Perçemli Sokak‘ın ilk baskısında (1956, Yeditepe Yayınları) Oktay Rifat‘ın kaleme aldığı sunu / Poetika metninin orjinal görüntüleri… (Zafer Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan)
İ.T.Ü. Edebiyat Kulübü’nden tanıdığımız Yiğit Barut, Gilgameş (Gılgamış) Destanı’na şiirsel bir yaklaşım katarak, okuyucunun zihninde uyku, ölüm korkusu ve ölüm(süzlük) kavramlarıyla biçimlenen düşsel bir çerçeve/denklem oluşturuyor.
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Çalmayan & Kötü, Zafer Yalçınpınar 2. Edisyon, Plüton Yayın, 2025 80 Sayfa, Şiir Kitabı
İlk edisyonları açık kaynaklı e-kitap olarak 2014 ve 2018’de çeşitli dijital platformlar aracılığıyla okura sunulan ‘Çalmayan’ ve ‘Kötü’ adlı şiir dosyalarının ikinci edisyonları 2025 Dünya Şiir Günü kapsamında bütünleşik bir kitap olarak yayımlandı. Plüton Yayın tarafından gerçekleştirilen özel basılı nüshanın içerdiği 35 şiir, Zafer Yalçınpınar‘ın olgunluk dönemi eserleri olarak değerlendirilebilir…
Yol ayaklarınızı götürür sizin Yürüdüm dersiniz Köylere ilçelere kentlere Girer çıkar o Siz hepsinden kovulmuşçasına uzak Kocaman körlüğünüzle kocaman uzak Vardım dersiniz hep (…) Oysa Öteki yolu aradığınızı sizin Bir evrensel gök bilir Bir ben bilirim Bir siz bilmezsiniz [1]
Yol -yolun kendisi- sonsuz bir devinime işaret ediyor: -varlığı bir yere ulaşmak üzerine tasarlanmış olsa da- bir yere ulaşıldığında bile hareketlilik içeriyor. Yolun dünyayı çevrelemiş dev bir ejderha veya bir yılankavi süzülüş olduğunu söyleyelim artık… Aslında mecazlardan kurtulabiliriz ve yolun -gerçekten de- bir yılan olduğunu söyleyebiliriz; en geniş çerçeveden uzamla yoğrulmuş ‘doğa’ya baktığımızda! Misal; yolun çizgisi başka; ağaçların çizgisi gibi değil:- Keskinliği daha az, daha yuvarlak motiflerle dolu, çok daha kıvrımlı, çok daha yılankavi:- akışkan işte!
Yol unutkanlık ve umarsızlık içeriyor, yerleri unuttuğumuzu sanıyoruz, halbuki her yerde, ‘yeni yer’ diyebileceğimiz tüm varış noktalarında çok az yeni şey var. (Oruç Aruoba, “Yeni / yer / yoktur.” [2] der. Çünkü ‘Yeni yol vardır.’) Yenilik, bir ‘varış’ değildir, hayal etme becerisiyle biçimlenmiş bir düşünce kıvrımıdır. Yenilik; yolun yaratımı ve devinimiyle birlikte doğuşkan olduğu bilinen; öncesinde berrak, saydam, apaçık bir birikintidir belki de; bir göletin oluşumundan sonra yeraltı sularının diğer su kollarından biriyle buluşana kadar var gücüyle yönüne devam etmeye çalışması gibi!
Önemli bir soru: Kıvrımların, yolun kıvrımlarının akışkan yapısı, oluşturduğu motifler, daha çok düşünceye mi benziyor, yoksa daha çok hayale mi benziyor? Yoldaki yalnızlık, yolun biricik bütünlenişi, tedirginlik yaratması, temkinli olma ihtiyacı, tüm bunlar… Düşünce mi üretir, yoksa hayal mi?
Harita varışları (sonuçlar, başarılar, kilometre taşları veya yerleşik düzen) bir çözüm değildir: Varışların hepsi düğümlüdür. Çözüm dediğimiz şey bir düğüm gibi olamaz; düğümden türemiş, düğümden sıkıştırılmış bir noktasallık ya da çitlenmiş, duvarlanmış, etrafı çevrilmiş bir sınırlılık da olamaz. Çözüm:- yerleşik veya durağan olamaz, o bir yol gibi devingen (yeraltında veya yüzeyde, nerede hareketliyse orada) olmalıdır sanıyorum, çünkü kâinatta devinmeyen hiçbir şey (zerre) yoktur.
Geride bıraktığın yerdeki zorluklar ile varmak istediğin yerdeki zorluklar arasında bir bağ kurarsan eğer, bu bağın adına “yol” diyebilirsin.
Ve evet, yol da çözüm de düğümsüzdür! Ve evet, Aruoba’nın dediği gibi “—özgürlük de, yol açabilmektir.” [3]
Nihayetinde; mücadele eden, yol açmaya çalışan, özgürlük ve anlam arayan genç arkadaşlarıma ‘Sahicilikle, bâki selamlar!’ diyorum.
(…) Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de) savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:
Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman…
Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.
Oruç Aruoba “De Ki İşte”, Metis Yayınları, 2001, s.44
Yankı Odası‘nda Oruç Aruoba’ya Saygı Özel Yayınları (5. Bölüm, 2 Haziran 2024) (6. Bölüm, 9 Haziran 2024)
31 Mayıs 2020 tarihinde vefat eden ustamız Oruç Aruoba’yı saygıyla anıyoruz:Upas Yayın’ın dostlarından Emrah Sönmezışık, Alparslan Beyhan, Cem Onur Seçkin ve B. Emir Alisipahi geçtiğimiz ay 6:45 Yayın tarafından kitaplaştırılan Oruç Aruoba, Usta Defterihakkında Zafer Yalçınpınar’a çeşitli sorular yönelterek, usta ve ustalık olgularını irdeliyor…
ORUÇ ARUOBA, USTA, USTALIK VE USTA DEFTERİ‘NE DAİR…
Emrah Sönmezışık: Oruç Oruoba ile gerçekleştirdiğiniz görüşmelerin “ustalık ile yaşama onuru” kıymeti taşıdığını belirtiyorsun. Usta ve ustalık kavramları birbirini oluşturan ve birbirinden ayrılması güç kavramlar. Kitabın girişindeki söylemin usta-çırak ilişkisinin ötesinde bir anlam mı taşımakta?
Zafer Yalçınpınar: Oruç
Aruoba, 80’ler öncesi akademik yaşantısında da akademiden ayrıldıktan sonraki
dönemde de “anlama, anlatma, öğrenme, öğretme” gibi işlevleri usta-çırak
ilişkisi şeklinde biçimlendirmiştir. Evet, Aruoba akademiyi terk etmiştir,
fakat anlamayı, anlatmayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi bırakmamıştır. 90’ların
sonunda ve 2000’lerin başında Gümüşlük Akademisi ile Açık Üniversite kapsamında
gerçekleştirdiği çalışmalar da bunu gösteriyor. Bu örneklerle birlikte bizim
tüm görüşmelerimizde de bize aynı şekilde yaklaşmıştır. Hatta edebiyat,
yayıncılık ve felsefe çevresinden yaşça büyük isimlere “Oruç Aruoba benim
ustamdır,” dediğimde karşı taraftan “Oruç Aruoba hepimizin ustasıdır!”
cevabını, tepkisini alıyorum. Burada önemli olan şey, Oruç Aruoba’nın hiçbir
zaman, hiçbir durum karşısında bir “üstat” gibi davranmamasıdır. Üstat, tek başınadır.
Üstatlar uğraştığı işleğin gizlerini ve özünü üçüncü kişilere aktarmazlar. Buna
karşın “usta” öyle değildir. Usta, işleğin gizini ve özünü “yaşayarak” en iyi
şekilde kavrar ve çeşitli yöntemlerle işleğin gizini-özünü yani zanaatını
çırağına (hatta, çırak bu aktarımın idrakine eşzamanlı olarak kavuşmasa bile)
aktarmaya çalışır. Usta iyiyse, çırak (çırağın kendisi farkına varmadan)
zamanla ustalaşır. Usta öldüğünde yaşamının anlamı ve özü, çırağına,
çıraklarına geçer. Aruoba’nın en önemli sözüdür çıraklarına: “Anlam, hep,
sonradan gelir.” Bu silsile, ahilikten günümüze uzanan bir şekilde, ustanın
hayatının anlamı ve sonucudur da. Fakat, üstat tek başınadır. Üstat öldüğünde
yaşamının anlamını da kendisiyle beraber götürür. Bu bağlamda kesin bir şekilde
söylüyorum: Oruç Aruoba ustaydı, ustamdı, ustamızdı. Günümüzün üstatları gibi
yapmazdı ustamız! Örneğin, yaşarken kendi heykelini diktirtmemiştir, örneğin
kendini yaşayan en büyük şair seçtirtmemiştir. Usta, diğer her şeyle birlikte
“zamanlama”nın ve “yaşamın anlamı”nın da ustasıdır. Ustalık; ustanın kendi
işleğiyle birlikte yaşamının anlamını önce yüklenmesi, sonra da çıraklarına
özgün yöntemlerle aktarmasıdır.
Alparslan Beyhan: “Bir
mühendis, ne kadar ahmaksa o kadar mühendistir. İyi bir mühendisse, yani,
ahmaktır zaten. Üzülme!” Bu sözü biraz açar mısın?
Zafer Yalçınpınar: Açıklayayım.
Mühendis tipolojisi, matematiksel modelleme (algoritma), mantık ve bilgi
teorisi açısından deterministik sınama, ölçme ya da deneyleme yöntemleriyle
çalışır. Fakat özellikle de kapitalist endüstri devrimi sonrasında matematiksel
modellemenin değiştiği, deterministik bileşenlerin yanına her zaman %3, %5, %10
oranında bir stokastik bileşen, “hata payı” eklendiği görülür. Yani,
matematiksel modeldeki deterministik bileşenlerinin açıklayamadığı her şey
kendini stokastik bileşende ifade eder. Bunun felsefedeki karşılığı “bulanık mantık”
veya “dilsel görelilik” olarak tanımlanabilir. Buna bilim dünyasında
“entropi”,“insan faktörü”, “metal yorgunluğu” veya başka isimler de koyuldu.
Mühendis tipolojisi ister ki modelinde “stokastik” bileşen olmasın. Her şey keskin,
pürüzsüz, hatasız, sıfır hatayla işlesin ve kurduğu model 6 Sigma teorisindeki
gibi mükemmelleşme yolunda çalışsın falan… Tamam, belki üretim, makineler,
robotlar ve yazılım dünyasında durum böyledir veya özellikle endüstri 4.0 tipi
büyük veri algoritmalarıyla teorik bir mükemmeliyete yaklaşılıyor. Ama hiçbir
zaman bu mükemmeliyet hayali pratikte gerçekleşmeyecek. Çünkü hesaplama dili
olan matematikte “sayılamaz sonsuz” diye bir kavram var. Ya da örneğin “pi
sayısı” diye deterministik açıdan tam olarak ne/kaç olduğu kesinleşmemiş bir
sayı var hâlâ… Şimdi bu tip bilinmezler varken tutup, “Ben pi sayısını tam
olarak biliyorum, ben her şeyi mükemmelleştirdim, mükemmel bir model yarattım.”
diyen bir mühendis -en hafif tabiriyle- ahmaktır. Fakat aynı mühendis söz
konusu “hatasız modelleme gayreti” yolunda ilerlediği, çabaladığı için de
deterministik gelişim açısından -yani hata payını azaltmak yolunda- iyi ve
başarılı bir mühendistir. Aruoba, “ahmak” ifadesiyle bu çelişkiyi ve
imkânsızlığı anlatmaya çalışıyor. Endüstri 4.0’ın ve dijitalleşmenin
konuşulduğu çeşitli mecralarda şu şiirsel soruyu dile getiriyorum hep:
“Robotlar düşünebiliyorlar, tutarlı hesaplarla öngörüler yapabiliyorlar ve
hatta şiir yazabiliyorlar. Fakat rüya görebilecekler mi?” Ya da Ece Ayhan’ın efsanevi
bir dizesiyle sorarsak; “düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?”
Bilmem, anlatabildim mi…
Alparslan Beyhan: Aruoba’nın
yazılarının toplanacağı iki ayrı çalışmanın bahsi geçiyor kitapta. “Yerli
Yersiz Felsefe” ve “Benzemezler“. “Yerli
Yersiz Felsefe” yazısını ve başka birtakım yazıları da ayrı ayrı
yayımladın. Fakat sanırım “Benzemezler“i henüz bir araya
getirmedin? Böyle bir niyetin veya çalışman var mı?
Zafer Yalçınpınar: Var… Yıllardır bu çalışmaları evvel.org kapsamında gerçekleştiriyor ve Aruoba’nın kitaplaşmamış metinlerini araştırıyoruz. Önümüzdeki yıllarda, acele etmeden, ustamızın istediği gibi “doğru bir işlekle” bu araştırmaları toparlayacağız, değerlendireceğiz ve başka birçok önemli yaklaşımla birlikte önce Türkçe’nin zihnine -sonrasında da insanlığın zihnine- sunacağız.
Alparslan Beyhan: Aruoba’nın
yazmaya niyetlenip de yazamadığı, başlayıp da bitiremediği bir metin var mıydı
son döneminde?
Zafer Yalçınpınar: Aruoba’nın
yayımlanan son yazısının gezi parkı direnişi zamanında Tayyip Erdoğan’a ithafen
kaleme aldığı açık mektup (Cumhuriyet Gazetesi, 17 Ağustos 2013) olduğunu
tahmin ediyorum. Fakat, Usta Defteri’nde aktardığım görüşme sırasında (Mayıs
2011’de) “Bülent Arınç, Şevket Kazan ve Kasaba Avukatlığı” başlıklı bir yazıyı
sürdürdüğünü ancak tamamlayamadığını ifade etmişti.
Alparslan Beyhan: Üst
dudağını dik tutmanın mânâsı… Alternatif bir okuma olarak, bunu, dişlerimizi
sıkarak mücadele ederken üst dudağımızın aldığı şekle yorabilir miyiz? Yani
Usta, burada “terzi“liği bırakmamanı salık veriyor olabilir mi
acaba? Eğer öyleyse, bu vasiyeti tutuyor musun?
Zafer Yalçınpınar:
“Bilemiyorum Altan.” Bu tip şeylere zaman karar verir. Dahası, sizler, gelecek
kuşaklar karar verecek. Ve şu kesin: “Anlam, hep, sonradan gelir.” Çeşitli
iniş-çıkış ve türbülanslarla birlikte, Aruoba’nın öğüdünü uygulamaya ve işaret
ettiği yolda ilerlemeye çalışıyorum…
B. Emir Alisipahi: “Yer görelidir; mutlak olan, yoldur —ya da, yürümek…” (Yürüme,
s.123) “Hiç umut etme kazanacağın
yolunda!” diyor sana Oruç Aruoba. Usta için yolu kazanmak -atımızdan
inmeden- salt yolda olmak anlamı mı taşıyordu? Bu tümce, senin yaşamında neleri
uyandırmıştır?
Zafer Yalçınpınar: Oruç Aruoba’nın “Yürüme” adlı kitabı -gerçekten de- en kuvvetli
ve yol gösterici eseridir. Bir telefon görüşmemizde Aruoba’ya kendi hayatımla
ilgili özel bir durumdan bahsetmiş ve anlatının sonuna da Yürüme’den şu tümceyi
eklemiştim: “Yeni yer yoktur.” Aruoba anlattığım olaya gülmüş ve şöyle demişti:
“Evet, yeni yer yoktur. Çünkü, yeni yol vardır.” Şimdi, sorduğun soruya
Aruoba’nın tümceleriyle cevap vermek çok daha iyi olacak, sanıyorum: “Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin
altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla
geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı
olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla
savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman… Ama savaşacaksın,
gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman
gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye
gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna
olmayacak.” (De Ki İşte, s.44)
B. Emir Alisipahi:“Kurtuluş yoktur
masalardan.” (İlhan Berk, Şeyler Kitabı, s.64) İlhan Berk, şeylerin
tabiatını kurcalarken masa hakkında “Etik,
masanın doğası gereğidir.” diyordu. Bu söylemin bir yansıması olarak usta,
sandalyenin, sandalyelerin, masaya, masalara göre biçimlenmesi gerektiğini mi
tembihliyordu bize?
Zafer Yalçınpınar: Güzel
bir analoji kurdun kafanda… Fakat, hayır, Aruoba Gümüşlük Akademisi’ndeki
masa-sandalye hikâyesini anlatırken benim “Ustamın tahtı…” söylemimle dalga
geçiyordu sanki… “Gözünde büyütüyorsun her şeyi…” der gibiydi. Gülüyordu bana,
masa-sandalye hikâyesini anlatırken…
Cem Onur Seçkin: “Şimdi, siz evlisiniz. Mutlu olmak için
-kimsenin haberi olmadan- gidin, boşanın. Kimseye haber vermeyin. Sadece siz
ikiniz bilin bunu. Daha mutlu olacağınızdan eminim. Ben bunu kendi eşime
önermiştim. Ama o kabul etmedi. Sonra, gerçekten boşandık.”
deyişiyle ilginç bir diyaloga giriyor Usta. Aruoba’nın burada bahsetmek
istediği şeyi biraz daha açabilir misin? Sence bir duygu-düşünce diyalektiği
savunucusu günümüzde bu “evlilik” denilen kamu sponsor şirketlerini tamamen mi
reddetmelidir?
Zafer Yalçınpınar: Bir
kere, senin de vurgulamaya çalıştığın gibi evlilik dediğimiz resmî birliktelik
türü (eğer boşanma ile sonuçlanırsa işbu boşanma süreçleri de dâhil olmak üzere)
düğün, kiralama, lojistik, ev sahibi olma, eşya satın alma, doğum, çocuğun eğitimi
falan gibi çekirdek aile konularını (özellikle de son 20 yılda) endüstrileştirdi.
Eskiden -yarı şakayla- “evlilik müessesesi” denirdi. Şimdilerde ekonomik işlem
hacmi olarak koskocaman bir “evlilik sektörü ve endüstrisi”nden bahsedebiliriz.
Fakat Oruç Aruoba, senin de aktardığın söylemle, mevcut düzeneğin kapitalist
bileşenlerine işaret etmiyordu. Aile ve evlilik kavramının toplumsal katman ve
halkalardaki sosyolojik etkileşimini, bu etkileşimin bireyler ve ilişki
üzerindeki olumsuzluğunu anlatmaya çalışıyordu. Evlilik, şu veya bu biçimde farklı
bir sosyal statü oluşturuyor ve bazı teamüllerle birlikte sosyolojik katmanları
ilişkiye dâhil ediyor. Bu da birbirini seven iki insan arasındaki ilişkinin saflığını,
özünü ve niteliğini -üstelik de resmî bir şekilde- değiştiriyor. Diğer sosyolojik
katmanların müdahalesiyle ilişkinin özü değişiyor; sosyolojik açıdan saflığını
ve sivilliğini kaybediyor. Basitçe söylersek; evlilik sonrasında -zamanla-
evlenen insanların “bağlılık biçimi” değişiyor, sosyal statü nedeniyle duygusal
aşınmalar, farklı öz-değerlendirmeler ve sosyal baskılar oluşuyor. Oruç Aruoba,
“İle” adlı eserinin bazı epizotlarında böylesi duygusal erozyonlardan bahseder
ve bu tip konuları detaylıca irdeler.
Alparslan Beyhan: Kitabın
takdiminde “Aruoba’nın yayıncılık,
yayınevleri ve editörlük ortamına dair anlattığı bazı olaylar ile dile
getirdiği bazı isimler -ustanın kendisinin de işbu olaylarla ve isimlerle
anılmak -istemediği” için kitaba alınmadı, diyorsun. İsim vermeden de
olsa, Aruoba, nelerden/kimlerden dertliydi o sıralar?
Zafer Yalçınpınar: Bu sorunun cevabını geleceğe bırakıyorum. Fakat bu soruna -zamanı gelince- en yüksek perdahtan cevap vereceğimden emin olabilirsin. Tüm taifeye, hepinize, bu güzel sorular ve yaklaşımlar için çok teşekkür ediyorum…
Yankı Odası‘nın 27. Bölümü’nde çakır hikâyeci Sait Faik Abasıyanık‘ı saygı ve özlemle andık, evvel.org arşivinin içerisinde gezindik. (Sait Faik arşivimize ve araştırma çalışmalarımıza https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.)
27. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Yankı Odası‘nın 26. Bölümü’nde büyük şair Oktay Rifat‘ı -Garip Akımı’ndan İkinci Yeni’ye uzanan poetikasıyla birlikte- andık ve evvel.org arşivinin içerisinde gezindik. (Oktay Rifat arşivimize https://evvel.org/ilgi/oktay-rifat adresinden ulaşabilirsiniz.)
27. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm şiirlerini ve edebiyat çalışmalarını https://zaferyalcinpinar.info adresinden ücretsiz olarak okuyabilir ve arşivleyebilirsiniz.
Türk Edebiyatı’nın en etkileyici hikâyecisi Sait Faik‘in tek şiir kitabı olan Şimdi Sevişme Vakti’nin 1953 yılında (vefatından önce) yayımlanan ilk baskı orjinal replikasını okurlarımıza sunmaktan gurur duyuyoruz. Zafer Yalçınpınar tarafından 2017 yılında kaleme alınan ‘Sait Faik’in Şiirlerine Dair Önemli Bulgular‘ başlıklı inceleme çalışması da Sait Faik’in ilk ve tek şiir kitabının yayın süreci ile diğer baskılarına ışık tutarak replikaya eşlik ediyor…
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Oktay Rifat’ın poetikasındaki alan derinliğinin, Garip ve İkinci Yeni şiir akımları arasında hareketlenen bir bağlaç bölgesi oluşturduğunu -ki Cemal Süreya bunu bir tür ters ama yadsınamaz eklemler bütünü olarak görür- sezmemden sonra, Oktay Rifat’in önemi daha da belirginleşti. Zaten bugün, sıkışmış, hem kültürel, hem de imgesel açıdan “hareket alanı daralmış” beylik bir edebiyat ortalığının vasatî havasını -şiir ödülleri, antolojiler, kitap tanıtım dergileri, edebiyat etkinlikleri ve mağaza vitrinleri gibi hileli enstrümanlar aracılığıyla kandırılan- heveskâr bir kitle içine çektikçe, yani edebiyat ortalığı dediğimiz ortalama, işbu “verili vasat” havayı kabul edip hileli bir suhuletin pürüzsüz ezber alanına yerleştikçe, Oktay Rifat gibi poetik açıdan üssel başarılar elde etmiş, yani imgelemin doruklarına temas etmiş şairlerin önemi daha da artıyor. İkinci Yeni’nin de öyle…
Tıpkı İkinci Yeni akımının sürekli genişleyen ve geleceği belirleyen şiirsel bir devinimi daha yukarılara taşıması gibi Oktay Rifat’in şiirleri de “imgesel parlaklık(kontrast)” diyebileceğim üssel bir dil kurarak geleceğe uzanmaktadır.
Oktay Rifat poetikasının bu etkili yürürlüğünün zirve(peak) noktasını “Perçemli Sokak” (Yeditepe Yayınları, 1956) adlı şiir kitabında görüyoruz. İkinci Yeni şairlerinin “ivedilikle, bir gecede” yazıldığını varsaydığı Perçemli Sokak’ta kendisini gösteren “imgesel parlaklık” son derece etkilidir, etkisini hâlen sürdürmektedir. İkinci Yeni taifesi bu aşkın etkiyi bir tür “apansız oluşum, otomatik yazım” sanmışlar ya da öyle olmasını umut etmişlerdir.
Oktay Rifat poetikasının etkili yürürlüğünün başlangıcını ise “Aşaği Yukari” (Yeditepe, 1952) olarak kabul edebiliriz. (Bir not; İkinci Yeni’nin bitmeyecek serüveninin, yani “Sirkeci’de inmedikleri” serüvenin başlangıcı da 50’li yılların tam ortasına tekabül etmektedir.) 1970’li yıllara gelindiğinde bazı konuşma ve söyleşilerinde -kısık sesle ve satır aralarına sıkışsa da- İlhan Berk ve Ece Ayhan, Oktay Rifat’in İkinci Yeni’den olmadığını, daha doğrusu Oktay Rifat’ın İkinci Yeni’den uzak bir gerçeküstü dili benimsediğini kesinlik içeren bir tavırla söylüyorlar. Ama “görünüm” hiç de öyle değildir. Evet, İkinci Yeni, -tüm zamanlarını, hatta bugününü de düşünerek söylüyorum- özellikle de Edip Cansever ve Cemal Süreya şiirlerinde olduğu gibi tanınırlığı yüksek cihetinde, Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’la zirveleşen poetikasından daha konvansiyonel (uzlaşımcı) bir dille yürümüştür. Ancak, Turgut Uyar, İlhan Berk ve Ece Ayhan’ın oluşturduğu diğer cihette -ve bu cihetin özellikle 50’lerdeki eserlerinde- ise uzlaşımcı diyebileceğimiz alanın çok daha dar, yani Oktay Rifat’ın imgelemine -“icat ettiği gerçeğe”-, Perçemli Sokak’a çok yakın olduğunu fark ediyoruz. Bu yakınlık özellikle de İlhan Berk’in yaşamı ve eserleri için geçerlidir. (…) Zafer Yalçınpınar, 2014
26. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Açıkça ifade etmekte fayda var: 1950’ler ve ikinci yeni sonrasındaki girişimlerin yaşamdaki şiirselliği yüceltme veya imgesel alan derinliğini kullanarak dilin sınırlarını genişletme kapsamında başarılı olduğunu düşünmüyorum. Bir ara (90’ların ortasında) postmodern şiir anlayışı belirgin bir çıkış yapar gibi göründü, sonrasında etkili teorilere dayanan avangart çalışmalar da (2000-2010 arasında) icra edildi ve fakat tüm o çıkışlar ve gayretler neoliberal popülizmin içerisinde sönümlendi, yitti gitti, dibe vurdu.
Tüm dünyada sosyoloji ve psikolojinin kilit açıcı rolü 2000’ler öncesindeki gibi etkin değil. Öncelikle bunu kabullenmeliyiz. Günümüz şairleri neoliberal popülizm denen şeyin son derece sinsi işleyen bir fikirsizlik/hayalsizlik alanı olduğunu, onun kapitalizm 2.0 olduğunu anlaması gerek artık… Bireyin kendini performans öznesi olarak sahnelenebilir, sergilenebilir (veya instagramlanabilir) bir konumda görmesi, bireyin kendini -doğuştan- kendi performansıyla sınaması… Müthiş bir karakter deformasyonu, müthiş bir zihin amorflaşması… Popüler aşırılıkların yücelmesi; sınırsız bir erdemsizlik, her alanda ahlaki çöküş… Bunların daha çok işlenmesi gerek bence; çünkü yeni nesil hapishaneler bireylerin zihninde ve gündelik yaşayışında kuruluyor artık; yani duvarlara, tel örgülere gerek yok! Mesela, beyaz yakalı olmanız, maaşa, komisyona veya bordroya bağlanmanız yeterli insanlığınızı kaybetmeniz için… Her şey daha da canavarlaşmak için tıkır tıkır işliyor coğrafyamızda!
Şairlerin varoluş biçimini düşünmeye çalışıyorum kaç zamandır… Bu problematiği tutarlı bir yöntemle -örneğin soyağacı yaklaşımıyla- irdeleyemiyorum, bir akrabalık sınıflaması da yapamıyorum. Fakat, imgelemin özgürleşmesi açısından bir yakınsama-ıraksama durumundan veya konumlanma yaklaşımından söz edebilirim. En azından, benim için, Türkçe’de; Ece Ayhan ve İlhan Berk’in poetikası yakınsadığımı düşündüğüm bir imgesel alan derinliğini ihtiva ediyor. Eh, bu alan derinliğinin sezgisel gücünü bilenler, ıraksadığım şeylerin de neler olduğunu tahmin edebilirler. Birkaç örnek vereyim: Yığışımlardan, popülizmden, mevcut (cukkacı) belediyecilik zihniyetinden ve diğer (arpacı ve uzun) halay takımlarından uzak duruyorum. Rantçılardan, hızlı tüketimsel endüstri kültüründen ve bu kültürün yarattığı satışçı, pazarlamacı, vitrinci ve mağazacı yaklaşımların tamamından nefret ediyorum desem, yeridir. Bana göre kapitalizmin yarattığı en büyük ve iğrenç kötülükler bunlardır.
İyi şair kim? Bu soruya verilecek cevapların çoğu sığ olacaktır. Ama gene de kendi formülümle cevaplamaya çalışayım: İmgelemin özgürleşmesini sağlayarak dilin sınırlarını genişletebilen, yaşamı şiirleyen (Almancası: Dichten) veya yaşamdaki şiirselliği bulup insanlığa sunan… Bir de sanırım, ‘iyi şair’ gibi doksozofi içeren bir tanımın yerine ‘sıkı şair’ ifadesi daha doğru, benim zihin haritamda… Sıkı bir şiirle veya dizeyle karşılaştığımda çok heyecanlanıyorum. Ona ‘yaşamsal (İngilizcesi: Vital) bir buluntu’ gözüyle bakıyorum. Onda fark ettiğim şeyi dağlara taşlara yazmak, bulutlara denize yazmak istiyorum. Yüce, kutsal (İngilizcesi: Sacred) bir duygu hissediyorum açıkçası… Çok tuhaf…
Dünya edebiyatından, dünya dillerinden çeviri eserlerin zihnimdeki yansıması nasıldır, diye düşünüyorum: Enikonu İngilizce biliyorum, İngilizler’de en sevdiğim şey ironi… İroninin tüm türlerini İngiliz Edebiyatı’nda bulabilirsiniz. Felsefede ve dilbilimde Almanca çeviriler çok işime yarıyor. Rusça bence tam ve eksiksiz psikolojik bir kurgu dili… Düzyazı anlatılarda, özellikle -büyülü gerçekçilik akımı nedeniyle- Güney Amerikalı yazarlardan çevirileri çok önemsiyorum. İspanyolca’ya hayranlığım daha az… Fransızlar’ın imgesel gücü yadsınamaz. Yunanca’nın mitolojisi çok etkileyici ve fakat İskandinav mitolojisini daha çok seviyorum. Şiirde Farsça çok kuvvetli… Uzak doğu dillerinde de Japonca. John Steinbeck dışında Kuzey Amerikalılar benim için bir şey ifade etmiyor.
Ben kendimi bir zümrede konumlandıramıyorum. Bir yerde, birileriyle birlikte yerleşmiş değilim. Belki de yoldayım, yolculuktayım hâlâ… Ya da dışarıdayım, dışlanmış durumdayım… Bilemiyorum. Zaten herhangi bir zümre tarafından ‘içerilmeye’ gerek de yok. Özellikle güncel neoliberal eksenlere göre şiirin zümreleşmesi, statikleşmesi, yerleşim birimlerine veya kamplara, şapellere ayrılması falan iğrenç şeyler…Misal; edebiyat dergileri… zombileştiler! Maalesef edebiyat dergileri tedavülden kalktı ve bir anlamları da kalmadı. Hepsi ‘marka değeri’ kafasıyla çalışıyor ve ‘statüko cukkalama mecrası’ olarak kullanılıyor. Aynı tas aynı hamam, çalan aynı oynayan aynı… Bu tip bir zavallı devamlılığın sahici bir varlığı da yok aslında: Göz alıcı, parlak bir mezarlık düşünün! Çok yazık, çok üzülüyorum…
Peki, şiirin geleceği var mı, gelecekte neler olacak? Bunu kapitalizm sonrası ‘yeni insanlık’ tanımının çerçevesi belirleyecek… O güne kadar neoliberal popülizm -zaman zaman değişik krizlerle beslenerek, otoriterleşme dozu zaman zaman azalarak veya artarak- devam eder. Çünkü, kapitalizmin işe yarar (geçer akçe, çarkı/sistemi döndürür) başka bir formülü yok şu ân gelecek için… Fakat, sosyalizmvari yeni bir zihniyet gelirse, belki her şey topyekûn değişir.
Sonuçlayarak, tarihe bakıp olanı biteni anlayarak -gerçi anlamasak da pek bir şey değişmeyecek- 2025’in Mart ayında hep bir ağızdan şunu söyleyebiliriz: Şiirimiz güncel değildir abiler, dom!
Hamiş: Bayram Zıvalı’ya ve gerçekleştirdiği Güncel Türk Şiiri başlıklı araştırmaya/soruşturmaya minnettarım: Bu söylemleri düşünmemde ve bütünlememde bir tür tetikleyici olduğu için…
Yankı Odası‘nın 24. Bölümü’nde… 2025 Dünya Şiir Günü için özel yayın! Kötü edebiyat, kötü şiir nedir? Kötü şair kimdir? Hilmi Yavuz‘a dair bir temellük eylemi! Ve gerçek bir dünya şiir günü bildirisi!
25. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Yankı Odası‘nın 23. Bölümü’ndePlüton Yayın Kolektifi‘nin kurucusu Toprak -Şems- Tezcan‘la yeni nesil yayıncılık ve şiir dünyası üzerine sohbet ettik, dertleştik…
24. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Yankı Odası‘nın 22. Bölümü’nde Dipsiz Göl adlı şiir kitabımı anlatmaya devam ettim…
23. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Yankı Odası‘nın 21. Bölümü’nde Dipsiz Göl adlı şiir kitabımı anlattım. (22. Bölüm’de Dipsiz Göl’deki şiirleri, imgeleri irdelemeye devam edeceğiz…)
22. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
(…) Dipsiz Göl’de yer alan şiirler 2017’den günümüze kaleme aldığım 21 pâreden oluşuyor. Bu şiirleri fragmante varoluşlarından çıkararak, şiirlerin taşıdığı kırık ve acılı yükleri bütünsel bir düzlemde nasıl konumlandırırım diye uzun zamandır düşünüyordum:- maalesef şairler bazı tarihsel döngü noktalarında birer düşünür gibi davranmak zorunda kalır. Neyse… Bahsettiğim ve ihtiyaç duyduğum konumlandırma noktasında yeni bir imgesel alan derinliği tasarımı oluşturmam gerekiyordu ki bu tasarımı oluşturabilmem için de 21 pâredeki benzerlikleri ve farklılıkları belirlemek çok önemliydi. Şiirlerin sınırlarını yoklamam, şiirsel dil açısından yakınsama ve ıraksama noktaları nasıl akışkanlaşıyor gibi sorulara cevap bulmam ve şiirlerin biçimsel öğelerini dönüştürmem gerekiyordu. İşte, senin ifade ettiğin ‘nefessiz imgesel düzlem’ veya ‘karanlık ormanlardan geçmek’ gibi benzetmeler böylesi bir ortak alanda anlam kazanıyor; Almancası ‘weltschmerz’… Bu ifadeyi ‘dünya ağrısı’ veya ‘varoluş sancısı’ olarak çevirebiliriz. Bugün içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımız neoliberal düzenin kentsel gündemini ve tüm bileşenleriyle birlikte kurulu rant ekosistemini -gerçekten de- kötücül bir ‘karanlık orman’ olarak görebiliriz. Ve evet, bu palyatif ve tıknefes süreç bir yaşayıştan çok ‘hayatta kalma’ uğraşısı olabilir ancak… Ölümle kalım arasında… Uğur’un Taksim’deki düşüş ânı zihnimdeki imgesel haritada böylesi bir orijin oluşturdu. ‘Dipsiz Göl nerde, neresidir?’ diye sorsan bana, ‘Taksim’de, Uğur’un atladığı ânda ya da düştüğü yerde açılan bir paralel evrende!’ diye cevaplarım. Uğur’un ‘kazayla intihar’ olarak tanımladığım düşüşü ve vefatı zihnime bir şimşeğin görüntüsü gibi mıhlandı… (…)
20. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Cemal Süreya Anma Etkinliği Konuşması, Kadıköy-CKM, 9 Ocak 2018:
Zafer Yalçınpınar: “Çok daha kalabalık toplulukların karşısında hiç heyecanlanmadan çeşitli konuşmalar gerçekleştirmiş olmama rağmen bugün, burada, son derece heyecanlıyım. Demin, sizin oturduğunuz koltuklardayken bu durumun nedenini düşündüm. Çünkü, Cemal Süreya -tıpkı Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Ece Ayhan gibi- çok büyük bir şairdir! İnanmasanız da fark etmeseniz de büyük ve küçük şairler vardır! Böyle bir ayrım vardır! Cemal Süreya büyük bir şair olduğu için, bugün, burada, çok heyecanlıyım!
Her şeyden önce, Cemal Süreya’nın Ece Ayhan ve Sezai Karakoç’la birlikte 1950’li yılların ortasında Türk Şiiri’ndeki aurayı değiştiren ve ‘İkinci Yeni’ ismini verdikleri yenilikçiliğin kurucusu olduğunu hatırlatmak, yani Cemal Süreya’nın ve arkadaşlarının Türk Dili üzerinde yeni bir duygu-durum, yeni bir şiirsellik oluşturduğunu söylemek, vurgulamak gerekiyor. Bu yeniliğin hem okurda hem de diğer -küçük, büyük- şairlerde karşılığı olmuştur ve söz konusu yenilik bir şiir akımına dönüşmüştür. Bu yeni şiirin özellikleri nelerdi… Neden bu kadar sevildi… Neden hâlâ çok büyük bir içtenlikle ve samimiyetle takip ediliyor! Bu büyüklüğü iyice düşünmek ve analiz etmek gerekiyor…
Cemal Süreya ve kendisinin “Güvercin Curnatası” olarak tanımladığı ikinci yeni akımı ne yaptı, neyi değiştirdi… 1950’li yıllarda dünya şiirinden çeviriler yaparak 2. Dünya Savaşı sonrası dünyada oluşan yeni hümanizmin duygu-durumunu, yeni şiirsel dili anlamaya ve Türkçe’ye aktarmaya başladılar. O dönemde Türkçe’de garip akımı kasırgası esiyordu. Garip akımı şiire sadeleşme ve imgede basitleşme getirmişti. Bu durum hikâyelemeci ve biraz da kuru bir şiir ve söylem ortaya çıkarmıştır. Cemal Süreya ve arkadaşları bu sade şiir dilini daha sofistike bir hâle çevirmek, şiir dilini ileriye taşımak için imgelemin güçlenmesini sağladılar. İmgelemin özgürlüğüne inandılar. Karmaşık bir yapıydı bu, ancak imgesel olarak dili geliştiren, Türk Dili’nin imgesel alan derinliğini arttıran ve genişleten bir söyleyiş, bir tını buldular. Zarif, tabii ki modern ve çok ama çok kuvvetli bir şiir oluşturdular. Öyle ki 80’lerin ve 90’ların şairleri bu akımın gölgesinde kalmışlardır! İkinci yeni öyle güçlüdür ki 80’lerin ve 90’ların şairlerini gölgede bırakmıştır! Bugün, 60 sene sonrasında bile bu hakikati görmeliyiz, kabul etmeliyiz artık!
İkinci yeni şiiri geleceğe uzanan, güçlü bir şiirdir! Bir zamanlar, bir edebiyat soruşturması kapsamında bir çakma profesör çıkıp ikinci yeni akımının etkisini kaybettiğini mırıldanmış, bir zamanlar… Bu mutat zevat hiçbir bilimsel açıklamaya, dahası poetikaya değinmeden niyet belirtmeye veya kendince, kendi çetesine ümit vermeye kalkmıştır. Bu komediyi gördüğümde emin oldum: 80’lerin, 90’ların bu şair profesörleri ve bağlı çeteleri acz içinde, ikinci yeninin büyük şiirinin gölgesinde kalmıştır! Çakma şairler acz içindedir bugün…
Sonuçta, hâlâ, burada, bu toplulukta, Türkçe’ye baktığımızda, zamanların sonunda, Cemal Süreya ve arkadaşlarının şiiri, yürürlükte olan baskın ve en güçlü şiir akımıdır… Geleceği belirlemektedir ve geleceğe uzanmaktadır. İkinci yeni şiiri yürürlükteki dili imgesel olarak geliştirmekte, tahayyül gücüne güç katmakta ve şiir dilini etkilemektedir; son derece de kuvvetlidir, etkindir ve insanlığı sürekli geliştirmektedir! Cemal Süreya’nın “Üvercinka” adlı şiirinde ifade ettiği gibi: “Afrika dahil!”
Zafer Yalçınpınar, 9 Ocak 2018 Cemal Süreya Anma Etkinliği Konuşması Caddebostan Kültür Merkezi-Kadıköy
2025 yılındaki yayın tarihlerine/saatlerine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
nerden başlıyor içindeki hiç ordan yürüyorum seni kimsesiz tüm boşluklar el çırpıyor sevinçten kendilerini unutuyor sayılar gökyüzü aksıyor hayatında ilk kez nerden başlıyorsa iç indeki hiç ordan çivileniyor plastik çiçekler duvarlara örülüyor bir sarmaşık yalanlardan pencereler açılıyor kırmızı ve siyah halılar ve plakalar daha derin düşüncelere dalarak
zorlanıyor yapraklar ve ağaçlar
nerde bitmiyor içindeki hiç korkma orda duruyorum dimdik tüm boşluklar teslim oluyor dağılıyor evler para balyaları gibi dizilen yüzsüzler sırtlarını yüklenip gidiyor mesaicilerin cepleri ve elleri ve kafaları ve kalemleri duruyor gökyüzü yoluna devam ediyor topraklar birleşiyor ki zaten bir deniz kendini yineliyor orda duruyorum dimdik bitiyor iç indeki hiç